Seyyid Abdülhakim-i Arvâsi
Son asırda yetişen, zahir ve batın
ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh
bilgilerinin mütehassısı büyük veli. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlimlerin
otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 (H. 1281)te Van'ın
Başkale kazasında doğdu. 1943 (H. 1362)te Ankara'da vefat etti. Kabirleri
Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün
dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım
soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde
yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün
insanlık meziyetlerinde nümune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları
gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam
ettiregelmişlerdir.
İlk tahsilini babasının huzurunda gördü.
Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri
Nehri'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu
rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri
üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere
memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı.
Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce
bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında
dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma
yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı,
aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir
sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında
bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir
kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah
Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca
ve alçak bir sesle; "Dinin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap
verdim. Maksadım, şeriat sâhibinin huzurunda kimsenin din meselelerine el
atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede
bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!"
diye üst üste iki defâ emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin
câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi
hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası
yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini
tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış."
diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzurunda, bunca din
meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan
verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu
cevâbı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru
olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok
yükseleceğine işârettir.
Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ
gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum.
Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim.
İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri,
öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan
yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid
Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvâsi, rüyâsında Allahü teâlânın
Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini
sana ısmarladım." buyurmuştu.
Nihâyet Seyyid AbdülhakimArvâsi, 1878
(H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvâsi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve
hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ
gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi
Seyyid Fehim'e şu emri veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy,
cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm
olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde
yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş
olan seccâdeye bırakıyordu.
Bu rüyâ onun talebeliğe kabul edildiğine
dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi.
Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise
âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire
muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhi lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
Seyyid AbdülhakimArvâsi, gördüğü bu
rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi,
Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı.
Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve
evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene
başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat,
kelâm, usul-i fıkh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye
(fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri),
hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun
Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından
hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani
ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp
Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan
Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyyub Sultan'da önce
yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti
ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı
Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i
mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs
profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin
galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların
onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi.
Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul
olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir'de
kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya
getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362)
tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde
bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan
dualar kabul olunmaktadır.
Seyyid AbdülhakimArvasi vücutça gayet
mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer
hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu
ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe olup sakalı sıktı. Bedeni iri
yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti
vardı.
Her hali ve hareketi ile İslamiyete
uyardı. Çok mütevazi olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli
ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı.
Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid AbdülhakimArvasi din bilgilerinde
ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları,
fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir;
sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum
kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini
kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek alçak gönüllüydü. Eyyub
Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri
kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Vefa Lisesinde öğretmenlik yapmış,
Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf
müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır.
Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid
okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıc ve meşruiyeti hakkında bir risale,
Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahabe-i Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri,
İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe
şiirleri pek kıymetlidir.
Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en
selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve
emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine
kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe
hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve
İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir.
Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını eserlerinde
belirtmektedir.
Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han kendilerini çok
sever, takdir ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri
şöyle anlattı:
Memleketin işgâl altında bulunduğu ve
kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip
çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip;
"El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm." yâni "Sultan
sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya
gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra
ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle
çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki
mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara
katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok
kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
Bir defâsında da Sultan Vahideddin Han,
Ramazân-ı şerif ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti.
Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve
din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi
şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu
odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki
kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya
doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim'dir deyince,
sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip
yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber
efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret
ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise
iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve
ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane
verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
AbdülhakimArvâsi hazretleri siyâsete hiç
karışmamış, siyâsi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri
kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş
mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı."
demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi mânâda tekke ve dergâh tipine âit
teşhislerin en güzelidir.
Kânunlara uymakta çok titiz davranır,
konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi,
yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete ve
Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini
bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi.
Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt
üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine
yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli
istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol
üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben
dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır
olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin
yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu.
Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
Abdülhakim Arvasi'nin kıymetli sözlerinden
bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında,
kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed
aleyhisselam ise her zamanda her memleketde, yani dünya yaratıldığı günden
kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en
üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. Bu olamayacak
birşey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, O'nu böyle
yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın O'nu
tenkid edecek iktidarı yoktur."
"Hak teâlânın hakimliğini
tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne
kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o
kardeşliğinizden Allah'ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet,
hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet
ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin
ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık
etmenin cezasıdır."
"Büyüklerin sözü, sözlerin
büyüğüdür."
"Evliyanın sözünde rabbani tesir
vardır."
"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci
sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde,
insanlığın ufuklarını sarmış olan fesad karanlığı hep şirkin, imansızlığın,
vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa
uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı
tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe,
insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne
düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."
"Müslümanların öğrenmesi lazım olan
bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin
emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri,
"ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye"
yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru,
saadeti kazandıran bilgilerdir.
Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i
aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani
alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani
tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık
anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini
kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi
fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve
hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik
(metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler
öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen
yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği
meselelerin inkâr edilemiyeceği anlaşılır."
"Kur'an-ı kerimden ve Resul
aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitab, İmam-ı Rabbani
hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli
fıkıh kitabı, İbn-i Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafiide
Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."
"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail
ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama
gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesud olmalarını sağlayan,
usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyetin içindedir.
Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde
toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan,
akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında
kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyetin içinde hiçbir zarar
yoktur. İslamiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."
"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin
eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları
da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır,
dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları
tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır.
Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin
kitablarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir
âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer.
Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi
felakete götürürler."
"Temiz ve yeni elbise giyiniz.
Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslamın vekarını, kıymetini
gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."
"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve
tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."
"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep
altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu
kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir
iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız
lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek
lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu adeti içinde
meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve
azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, adetini bozarak sebepsiz şeyler
yaratıyor."
"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa,
bin kere ölmeyi tercih ederim."
"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart
altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."
“En büyük edeb, ilâhi hududu muhâfazadır,
gözetmektir."
"Allahü teâlâya inanan ve güvenen
kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mâliktir."
"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan
mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı
bulabilir."
"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut
içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim
geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
“Kur'ân-ı kerim şifâdır. Fakat şifâ, suyun
geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.”
“Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir.
Bunun dışında görünenler, velinin irâde ve ihtiyârı ile değildir. İlâhi hikmet
öyle gerektiriyor demektir.”
“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen
söylemez, söyleyen bilmez.”
“Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.”
“Din bilgileri, dünyâda ve âhirette,
huzuru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.”
“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster
sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun
dilediğidir.”
“Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile
tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.”
“Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı
bir riyâ içindedirler.”
“İlim cehli izale eder, yok eder,
ahmaklığı değil.”
“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi,
imân eksikliğidir.”
Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı
büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına
tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra; "Efendim.
Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da
cevâben: "Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim.
Hani nerede o ümmet!" buyurdu.
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi
anlatır:
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve
Fârisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakim
Arvâsi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine
çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede
oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri
anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz
daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise
kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş
talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakim'i görünce ancak talebe olacağımı
anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce,
tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim
kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan
yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergâhın mescidinde namaz
kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm yaptılar. Mescidin
giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma
yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de
gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince,
sofaya geçtik. Gördük ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü
bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok
bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir
cemâat vardı. Şimdi dağılmış."
Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma
gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip
onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve
pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid
Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi
sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim.
Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor
mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın müşterileriniz
oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün
gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
Bir gün Bâyezid Câmiinde vâz verirlerken
konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu
çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan,
güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri
aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden
şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki
çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde,
nerede ise kenardan düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen
Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten
kurtuldu.
Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben,
bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünyâ Harbine
girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında
savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve
avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe
sürüklenmek mecburiyetimizi riyâzi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum.
Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız
Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü
çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika
usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve;
"Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve
kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak." buyurmaları büyük
kerâmet." derdi.
Fâruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o
zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin
üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar attık. Ayıldı. Fakat
akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs
sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini
söylediler. Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü
bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına
teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından
ayırmadılar. Sâdece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü
teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadığı
maddi ve mânevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar
DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, birâderzâdeleri
olan Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk
hâriç hepimizden iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakim Arvâsi'nin ayak
ucundadır.
Bâyezid Câmiinde; Erzincan zelzele
felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın âşikâr olduğu
yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o
esnâda bu mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir
kerâmetti, anlayamadık demişlerdir.
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular
ki: "Evliyânın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner."
Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde
kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver." buyurdular. Eve
gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç
kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tâhir,
kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat
namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ
kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen
kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim.
Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende
olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine
gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar ve izâh
ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap okutup, kendileri
izâh ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin hep
ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakim
Efendinin huzurunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı.
Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziyâ Beyi
bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o
düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum.
Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek
büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh
eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum.
Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp;
"Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim.
"Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tâhir! Bunların
suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene
ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?"
buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık
istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de
manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu
bağışlayın efendim." dedim.
Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek
öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar
teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara
çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın
dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek
namaz kılmak zorunda kaldım.
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyâretlerine gitmiştim.
Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve;
"Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış
okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler.
Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu.
Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha
tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra,
kütüphâne müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça
kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim,
Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme
ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca,
Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.
Yorumlar
Yorum Gönder